AŞIK KEREM, adına bağlanan en yaygın halk hikâyesinin erkek kahramanı. Baştan sona belli bir sanatçının şiirleriyle beslenen konu; 16. yüzyılda oluştuğu dil ve tarih özelliklerinden anlaşılan hikâyenin saz şairi, hak âşıkı başlıca kişisinin aşk ve ayrılık acılarına dayanır. “Hikâye-i Keremhan” başlığıyla saptanmış nice yazmada ürünlerine rastlanan bu saz şairi üzerine, adını yaşatan halk hikâyesindeki olaylardan başka bilgi yoktur.
ÂŞIK ÖMER, saz şairi (17. yüzyıl). 17. yüzyılın ilk yarısında doğduğu sanılan, 1707^de öldüğü bir yazılı kayıtla anlaşılan Aşık Ömer üzerine fazla bilgi yoktur. Zamanının gerekli öğreniminden geçerek klasik divan edebiyatına yaklaşmayı amaç edinen bir şehir âşığı; bulunduğu ve katıldığı olaylara bakarak da sınır boylarında yaşamış bir ordu şairi olduğu sanılır. Öyle ki “Şairnâme” adlı uzun şiirinde başlıca divan şairlerini anarken;
“Karacaoğlan ise eski meseldir Ezgisi çağırılır keyfe keseldir Biz şair saymayız öyle ozanı” diyerek saz şiiri geleneğinin saf köklerini küçümseyecektir. Aslında Aşık Ömer’ in şiirlerinde halk dili ve deyişi kaybolmakta; Osmanlıca tamlamalar ve yabancı sözcüklerle divan mazmunları yerleşmektedir. Bu açıdan en çok Gevheri’ye yaklaşır veA17. yüzyılın şehir âşığı tipini oluşturur. Aşık Ömer, işte bu eğilimin ilk öncüsüdür. Aşık Ömer’in eserinin yaşaması, hem verimli ve doğurgan bir sanatçılık çabasına; hem özel yaşamının aşk ve acılarını içtenlikle işlemesine bağlı olmalıdır. Yaşamı, sanatının özellikleri ve bütün şiirleri bir kitapta toplandı: Sadettin Nüzhet Ergun; Aşık Ömer, Hayatı ve Şiirleri (1935).
ÂŞIK PAŞA, şair (? 1272 – Kırşehir
1333). Yazılı belgelere dayanmayan, sözlü menkıbelere yaslanan bir yaşam öyküsü vardır. Babalar Ayaklanmasında (1241) rol oynamış Muhlis Paşa’nın üç oğlundan biri ve asıl adının Ali olduğu bile bir söylenti değerindedir. Birleşilen nokta, çağının dinsel kültürünü kazandıran medrese öğreniminden geçtiği, Sünniliğin savunusunu yaptığı, Anadolu halkına kendi diliyle tasavvuf ilkelerini açıklayıp öğretmeyi amaç edindiğidir. Kırşehir dışında, bir tepe mezarlığının ortasındaki türbesiyle halk arasında kutsanan, ziyaret odağı sayılan bir değerdedir. Sanatsal değeri tartışmalı olan Ga-ribnâme adlı 12.000 bey itlik tasavvufi mesnevisi (1330) ise, her şeyden önce Türkçeyi edebiyat dili yapan ulusçuluk bilinciyle önemlidir. Mecmualarda rastlanan şiirleri derlenerek yayımlandı (1936-1961).
Garipname, Şairin “Türklere hak yolunu göstermek, tasavvufun inceliklerini anlatmak, yanlış yollara gitmelerine engel olmak için Türkçe yazdığını” belirten satırları içeren mesnevisi. Farsça bir önsözle birlikte 12.000 beyit uzunluğundadır. Mevlana’nın ünlü mesnevisi ile aynı ölçü kalıbında (Fâilâtün fâilatün fâ-ilün) olan eser, evrenin oluşmasını konu edinen, tanrı ve peygamberlerle İslam büyüklerini ululayan kasidelerden oluşan bir giriş bölümüyle başlar. Her biri kendi içinde on küçük bölüm içeren on büyük bölümden öğretici, eğitici amaç bellidir: Dinsel inanç konularından başlayarak (1. bölüm, vahdet: birlik; 2. bölüm ikililer: dünya-ahiret, yer-gök gibi; 3. bölüm üçlüler: geçmiş, şimdiki zaman, gelecek gibi; 4. bölüm anasır-ı er-baa; taş, hava, su, toprak…) töresel değerlerle (yetinme, doğruluk, bağlılık, gerçek, şeriat, ibadet, erdem gibi) bu gibi konulan açıklamaya fırsat yaratan öykü, fıkra, âyet ve hadisler sergilenir. Dilce yalın ve açıkça da sanatsal etkisi çok sınırlı sayılır.