Türkiye Cumhuriyeti’ne Yöneltilen Tehditler, Türkiye’ye karşı yapılan tehditler.
Türkiye, Asya ve Avrupa kıtalarının birleştiği, stratejik bakımdan kritik bir bölgede yer almaktadır. Asya ve Avrupa arasında bir köprü oluşturmasının yanı sıra Karadeniz ve Akdeniz’i birbirine bağlayan Boğazlara sahip olması Türkiye’yi dünya güç dengesi içinde önemli bir ülke haline getirmektedir. Özellikle zengin petrol kaynaklarına sahip ülkelere komşu olması ülkemizin bu önemini daha da arttırmaktadır.
Çünkü petrol ülkelerinin ürünlerini dünya pazarlarına en kısa yoldan ulaştırabilmeleri ülkemiz topraklarını ve limanlarını kullanmalarıyla mümkün olabilmektedir. Zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip olması da Türkiye’nin dünyadaki gücünü arttırıcı bir rol oynamaktadır. Ancak dün olduğu gibi bugün de bazı devletler Türkiye’nin jeopolitik öneminden kaynaklanan gücünü azaltmak ve kendi topraklarını genişletmek için çaba harcamaktadır. Bu devletlerin bir diğer amacı, zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarımızı kendi emelleri doğrultusunda kullanabilmektir. Ülkemiz üzerinde emelleri olan bazı devletler Türkiye’yi doğrudan saldırılarla ele geçiremeyeceklerini bilmektedirler. Bu nedenle söz konusu devletler ülkemizi zayıflatmak, bölmek, parçalamak ve rejimimizi yıkmak doğrultusunda faaliyet göstermektedirler. Bunun için de millî birliğimizi hedef alan iç tehdit unsurlarını desteklemektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bölmek amacıyla ortaya çıkan iç tehdit unsurları ülkemizde anarşi ve terör ortamı yaratmak isterler. Böylece hem toplumda korkuya neden olarak devlet otoritesini sarsmaya hem de ülkemizi ekonomik yönden zayıflatmaya çalışırlar. Ayrıca bölücü propagandalarla milletimizin fertleri arasına ayrılık tohumları ekerek millî birlik ve beraberliğimizi bozma çabası içine girerler. İç tehdit unsurları bir yandan da ülkemizde Atatürk ilkeleriyle oluşmuş çağdaş anlayışı yıkmayı ve rejimimizi kendi görüşleri doğrultusunda değiştirmeyi hedeflerler.
Anarşi ve terör dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi ülkemizde de önemli bir sorundur. Yıkıcı ve bölücü terör örgütlerinin saldırıları nedeniyle bugüne kadar binlerce güvenlik görevlimiz ve sivil vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Terörün ortaya çıkardığı bu acı tablonun başta gelen sorumluları teröre destek veren devletler ve teröristlere silah satan bazı silah üreticileridir. Ülkeler arasında teröre karşı yeterli iş birliğinin sağlanamaması ve halkın bazı kesimlerinin terör konusunda duyarlı olmaması da terörün yayılmasına yol açmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, üniter yapısını yıkmayı amaçlayan bölücü terörün yanı sıra asılsız Ermeni iddialarını savunan terör hareketlerinin de hedefi durumundadır. Üçüncü üniteyi hatırlayınız. Orada da belirtildiği gibi Selçuklular Dönemi’nden itibaren Türklerle Ermeniler yüzyıllar boyunca barış ve huzur içinde bir arada yaşamışlardı. Ancak bu toplumsal barış ortamı 19. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başladı. Aynı tarihlerden itibaren bazı Ermeni grupları yabancı devletlerin de kışkırtmalarıyla Doğu Anadolu’da bir devlet kurmak üzere harekete geçtiler. Bu gruplar özellikle Osmanlı Devleti’ni parçalamak isteyen İngiltere ve Rusya gibi devletlerin desteğini alarak kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri yerlerde isyanlar çıkardılar. Silahlı Ermeni çeteleri Osmanlı Devleti’nin çeşitli iç ve dış sorunlarla uğraşmasını fırsat bilerek isyan alanlarını genişlettiler. Hatta İstanbul’daki Osmanlı Bankasına saldırıp insanları rehin alacak ve 1905’te Padişah II. Abdülhamit’e suikast düzenleyecek kadar ileri gittiler. Ermeni komitacıları 1909’da da Adana’da çıkardıkları olaylarla halka büyük zararlar verdiler.
Ermeni terör örgütleri Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin birkaç cephede birden savaşmasından yararlanarak saldırılarını arttırdılar. Şubat 1915’te başlayan bu son ayaklanmalar sırasında Ermeniler, Kafkasya Cephesi’ndeki birliklerimize karşı Ruslarla iş birliği yaparak ordumuzu arkadan vurdular. Ayrıca Muş, Van, Bitlis gibi cephe gerisinde bulunan illerimizdeki savunmasız Müslüman halka yönelik toplu katliamlara giriştiler. Osmanlı Hükûmeti de bunun üzerine ayaklanma çıkaran ve düşmanla iş birliği yapan Ermenileri cepheden uzak, güvenli bir bölgeye yerleştirmek istedi. Hükümet bu amaçla “Sevk ve İskân Kanunu”nu çıkardı. Ardından da bu Kanun’a dayanarak Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenileri o zamanlar bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye göç ettirdi.
1915 yılında uygulanan bu göç kararı savaş sırasında alınabilecek en insani önlemlerden biriydi. Osmanlı Hükûmeti bu kararıyla yalnızca Müslüman halkın değil, bölgedeki Ermenilerin de can güvenliğini sağlamayı amaçladı. Aynı şekilde göç sırasında ve sonrasında herhangi bir olumsuzluğun yaşanmaması için gereken hazırlıkları yaptı. Bu sayede tehcir adı verilen göç başarıyla uygulandı ve Ermenilerin çoğu güvenli bölgelere yerleştirildi. Az sayıdaki Ermeni ise yol şartlarının ağırlığı ve hastalık gibi nedenlerle hayatını kaybetti. Ancak bugün bazı Ermeni grupları 1915 yılındaki göç sırasında ortaya çıkan kayıpların planlı bir soykırımın sonucu olduğunu öne sürmektedirler. Ermeniler bu asılsız soykırım iddialarının Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edilmesini ve devletimizin kendilerinden özür dilemesini istemektedirler. Ayrıca Türkiye’den tazminat ve toprak talebinde bulunmaktadırlar. Ermenilerin ülkemize yönelik haksız talepleri Batılı devletler tarafından bugün olduğu gibi dün de desteklenmiştir. Bu devletler Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 24. maddesi ile Erzurum, Van, Bitlis, Elâzığ, Diyarbakır ve
Sivas illerini içine alan bölgede bir Ermeni devleti kurmayı kararlaştırmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Kafkasya’da bir devlet kurmuş olan Ermeniler de onlardan aldıkları cesaretle Doğu Anadolu topraklarına saldırıya
geçmişlerdir. Bunun üzerine Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’nın emrindeki birliklerle karşı taarruza geçilerek Ermeniler geri püskürtülmüştür. Ardından da Ermenistan’ın isteği üzerine BMM Hükûmeti ile bu devlet arasında 2-3 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Antlaşması yapılmıştır. Bu antlaşmayla Ermeniler işgal ettikleri topraklarımızdan çekilirken Kars ve çevresi Türkiye’ye bırakılmıştır.
Gümrü Antlaşması’ndan sonra Türkiye ile Ermenistan arasında yeni bir çatışma yaşanmadı. Ancak ilerleyen yıllarda Ermeniler tarihî gerçeklere aykırı iddialarını dünya gündemine taşıyarak Türkiye’den haksız isteklerde bulunmaya devam ettiler. 1973’ten itibaren de Türkiye’ye yönelik terör eylemlerine yeniden başladılar. 1980’li yılların ortalarına kadar süren bu eylemlerde Ermeni teröristler aşağıdaki gazetelerde de gördüğünüz gibi genellikle dış temsilciliklerimizi hedef aldılar.