Sultan II. Mahmud öldüğü zaman, Mustafa Reşid Paşa Londra’da bulunuyordu. İngilizlerle dostluğu*ilerletmiş, Fransızlarla yakınlık kurmuştu. Fransa Kralı Louis-Philippe’in oğullarından biri en samimî arkadaşıydı. Gerek İngilizlerden, gerek Fransızlardan çok etkilenmişti. Osmanlı Devletini 540 yıl ayakta tutan değerlerin farkında olmaması ve nihayet kendi halkının yegâne birlik kaynağı olan İslâm dinine ilgisiz durması, onu Avrupa’ya yöneltmişti.
Yıkılışı fark ediyor, ama yeniden dirilişi yanlış yerlerde arıyordu.
Alelacele İstanbul’a döndü. Genç Padişahla görüştü ve fikirlerini anlattı.
Padişah ataktı, cesurdu, iyi niyetliydi Ancak gençliği ve tecrübesizliği sebe biyle aceleciydi. Reşid Paşanın anla tıkları da ilk bakışta güzel şeylerd’ Avrupa’nın sempatisini kazanacakla ve yardım alıp hızla kalkınacaklar aradaki boşluğu dolduracaklardı.
Gizlice anlaştılar ve yapılacak yen likleri kâğıda döktüler. Artık iş bunun ilânına kalmıştı. İstanbul’da günlerce tellâllar bağırdı:
“Ey ahaliii! 25 Şaban Pazar günü cümleniz Gülhane bahçesinde olunuz. Padişah Efendimizin mühim bir hatt-ı şerifi kıraat edilecektiiir!”
25 Şaban Pazar günü. Yani, kullandığımız Milâdî takvime göre 3 Kasım 1839. Ve bütün İstanbul, esnafıyla, ho-casıyla, tüccarıyla, memuruyla, yabancı devlet temsilcileriyle Gülhane Parkında toplandı. Fransa Kralının, Reşid Paşanın dostu olan oğlu da hazırdı. Nihayet Padişah, erkânıyla gelip yerini aldı. Ve Reşid Paşa yüksek bir yere çıkarak Gülhane Hatt-ı Hümâyununu okudu. Artık Tanzimat devri başlamıştı. Gürleyen toplar, alkışlar, kahkahalar ve göz yaşları arasında…
Ağlayanlar bu fermanın Osmanlı Devletini ve halkını bir uçuruma sürükleyeceği yolunda endişeleri bulunanlardı. Kahkahalar atan ise yalnız İstanbul’da değil, bütün Osmanlı top* raklarında yaşayan Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ve diğer azınlıklardı. Çünkü bu ferman sayesinde Türk halkının bile sahip olmadığı bazı haklar -elde ediyor, âdeta birinci sınıf vatani daş, imtiyazlı vatandaş oluyorlardı.
Müslümanlar birbirlerine, “Tanzimat nedir?” diye soruyorlar ve şöyle cevap veriyorlardı ;”Gâvura gâvur denilmeyecek.”…