Üniversiteyi bitirdiğim yıl olan 1983’te, askerlik görevimi yapmak için bir süre beklemem gerekiyordu. O yıllarda hemen askere gitmek mümkün olmuyordu, bazen bu süre iki yılı buluyordu. Üniversite mezunlarına, şimdiki gibi kısa dönem uygulamaları yoktu ve yedek subaylık için ciddi bir yığılma vardı. Ne yazık ki, bu dönem erkekler için zor geçiyordu. Askerliğini yapmamış birini kolayca işe almıyorlardı, bu nedenle üniversite mezunu erkekler, geçici işlerde çalışıp, askerlik hizmetine kadar olan süreyi kendilerince verimli geçirmenin arayışı içinde oluyorlardı. Ben de aynen bu durumdaydım. Eğitimimi tamamlamıştım, ancak henüz bir işte çalışmadığım için, babamdan harçlık almak zorunda olmak da hoşuma gitmiyordu. Neyse ki, üniversitede en yakın arkadaşım olan Zeynep imdadıma yetişti. Kendisinin çalışmış olduğu büyük bir holdingin seyahat acentesinde bana bir iş ayarladı. Hem bir işe gireceğimden, hem de Zeynep’le üniversite sıralarındaki yakın arkadaşlığımızı, aynı çatı altında çalışarak sürdürecek olmanın keyfiyle çok mutlu oldum. Aslında, sevinmem gereken başka bir konu daha varmış. O dönemde şirketler, geçici olarak çalışanları sigortalı yapmaktan kaçınıyorlardı. O zamanlar bunun değerini fark etmemiştim, ama yıllar sonra bana oldukça zaman avantajı kazandıracak olan, sosyal sigortalar kurumuna primim yatacaktı. Şimdi ise, bir işe başlayan arkadaşa ilk sorularımdan biri “SSK’ya kaydını yapacaklar mı?” oluyor.
Bu heyecanla seyahat acentesinde işe başladım. Holding şirketlerinden gelen taleplere göre yurt içi ve yurt dışı otel rezervasyonlarını yapıyor ve teyitlerini ilgili şirketlerin sekreterlerine bildiriyordum. Rezervasyon taleplerini çok kibarca yapan sekreterler olduğu gibi, rezervasyonlarını emreder gibi veren ve teyit biraz geciktiği zaman bizlere fırça atan sekreterler de vardı. Bu sinirli sekreterlerin taleplerine korkudan öncelik verir, ilk önce onların işini hallederdim, ama nedense yine problemler bunların işlerinde olurdu. Ya istedikleri otelde yer olmazdı, ya da otelin rezervasyon bölümü bir türlü teyit geçmezdi. Artık tüm sevimliliğimi takınır, telefonla ilgili sekreteri arar, sorunu iletmeye çalışırdım. Tabii ki, yine fırça yerdim ve bu sinirli sekreterlerden nefret ederdim. Telefonda kibar davranan insanlara karşı, ister istemez, ben de kibarlaşıyor ve gerçekten elimden geleni yapıyordum. Bazılarının yüzlerini bile görmediğim bu şahısların dedikodularını acente içinde arkadaşlarla yapıyorduk. Benim gıcık olduklarıma, tüm arkadaşlar da gıcık oluyorlardı.
Bu arada, bazı zamanlar yurt dışından gelen turistleri karşılama ve otellerine transfer etme gibi bir iş de yapıyordum. Tabii ki, rehberler de oluyordu, ama acentenin müdürü, gelen grubun özelliğine göre, benim de bu transferlere gitmemi istiyordu. Bir seferinde müdürün çok önemsediği bir Japon turist grubu gelecekti. Sanıyorum, acentemiz ilk defa bir Japon seyahat şirketine hizmet verecekti ve gelen grubun çoğunluğu Japonca dışında lisan bilmiyordu.
Acente müdürü bana Japonca bilen bir rehber bulmamı istedi. Bu yıllarda olsaydı, eminim ki Japonca bilen onlarca rehber bulabilirdim. Ama o yıllarda Türkiye’de Japonca bilen rehber bulmak çok zordu. Üstelik şimdiki gibi, internet filan da yoktu. Hatta faks cihazı bile yoktu, biz tüm rezervasyon veya teklifleri teleks ile geçerdik. Teleks, kocaman bir makineydi ve öncesinde geçilecek metin, sarı bir şeride delinerek yazılır, ardından makineye takılır ve hat beklenirdi. Hat gelince karşı tarafa metin geçilirdi. Tabii, bu arada en az üç-dört defa hat kesilir, her seferinde yeniden hat beklemek zorunda kalırdık. Bazen, rahat teleks geçmek için, akşam saat 9’a kadar hatların boşalmasını beklerdik. Tahmin edeceğiniz gibi, teleksi bekleyenler, hep yeni işe girenler oluyordu.
Japonca bilen rehber bulabilmek için epey bir telefon etmek zorunda kaldım ve sonunda birini buldum. Rehberi detayları konuşmak üzere acenteye davet ettim. Adam geldiğinde, Japoncayı nerede öğrendiğini sordum, o da bana kursa gittiğini, herhangi bir sorun olmayacağını söyledi. Adamı konuşarak sınama şansım yoktu, çünkü Japonca birkaç kelime dahi bilmiyordum. Okul sıralarında “Japon delegesi, Çin delegesi” diye bazı Japon ve Çin isimleriyle dalga geçerdik sadece. O an aklıma bu isimler geldi ve fark etmeden rehberin karşısında gülümsediğimi hissettim. Yine de işi garantiye almak için, adamın önüne bir kağıt koyarak, “Şuraya Japonca, Türkiye’ye hoş geldiniz, sizi burada ağırlamaktan mutluluk duyacağız…” gibi bir şeyler yazmasını istedim. Rehber bana, “Japonca konuşmak başka bir şeydir, yazmak başka bir şey. Ben konuşurum, ama yazamam” dedi. Her biri ayrı ve karmaşık şekiller olan Japon harflerini düşününce, adamın söylediği bana mantıklı geldi.
Neyse, birkaç gün sonra Japon grubu karşılamak üzere benim de gitmemi acente müdürü istediği için, rehberle birlikte havaalanına gittik. Japon grubu geldi ve elimde tutmuş olduğum tabela ile turistleri karşıladık. Japonları topladık, bizim rehber Japonca birkaç kelime etti ve adamları otobüse bindirdik. Taksim tarafındaki otele doğru otobüs hareket ettiğinde, rehbere İstanbul hakkında bir şeyler anlatmasını istedim. Bana, “Şimdi bu adamlar dünyanın öbür tarafından 13 saatlik uçak yolcuğu ile geldiler, yorgundurlar. Otele girsinler, zaten yarından itibaren beş gün İstanbul’u dolaşacaklar, o zaman bolca anlatırım” dedi ve mikrofondan turistlere Japonca birkaç kelime ederek, konuyu kapattı. O akşam turistler otele yerleştiler, ben de eve gittim. Ertesi gün ofise giderek, acente müdürüne turistleri karşıladığımızı, otellerine yerleştirdiğimizi ve rehberin bugünden itibaren onları programdaki gibi gezdireceğinin bilgisini verdim.
Birkaç gün sonra acente müdürü beni odasına çağırdı. Çok sinirli görünüyordu. Yüksek sayılabilecek bir ses tonu ile gelen Japon grubun şikayette bulunduğunu, rehberin üç-beş kelimeden fazla Japonca bilmediğini, gruba İstanbul’u İngilizce anlattığını söyledi ve beni bir çuval inciri batırmakla suçladı. Hayatımda böyle bir fırça yememiştim. Tam bir acemilik örneği sergilemiş ve gerçekten acenteyi zor duruma düşürmüştüm. Bu işin telafisi de yoktu. Müdürün söylediğine göre, Japonya’daki karşı acente bir daha bizim acenteyle çalışmayacağını da bildirmiş. Neden Japonca bilen doğru dürüst birini bulamamışım? Neden adamı kontrol etmemişim? Ve daha bir sürü laf söyledi… O konuştukça, ben kendimi savunamadım. Cevap verecek olsam, daha da hiddetleniyordu. İş hayatımın ilk büyük fırçasını yemiştim.
Yıllar sonra tekrar değerlendirdiğimde, bir müdürün böylesi önemli bir işte, hem de ilk organizasyonda rehber bulma işini, deneyimsiz birine havale etmesinin ve kontrol etmemesinin kendi hatası olduğunu düşünüyorum. Buradan almış olduğum dersle, birlikte çalıştığım yeni arkadaşların işlerini tam anlamıyla önce tarif edip, kontrollerimi yapmaya özen göstermekteyim. Sonuçta oluşacak hatanın faturası yine bana kesilmektedir.
Hakan Okay Salı Sohbetleri