Aşık Edebiyatı Nedir Özellikleri

0
230

AŞIK, kökü sevgi anlamında Arapça ışk, aşk’âan özne: Güzel ve çekici bir konuya bağlanan kişi. Türk Halk Edebi­yatında saz çalarak doğaçtan (irticalen) şiir söyleyen, halk hikâyeleri anlatan sa­natçı. Orta Asya dünyasında sağır deni­len av törenleri, şölen adı verilen ziya­fetler, yuğ diye anılan yas ve cenaze toplantılarında ozan denilen söz sanatçı­ları kopuz çalarak şiirler söylemiş, top­lumun istek ve özlemlerine tercüman ol­muşlardır. Koşuk, yır, sagu diye anılan bu şiirler hece ölçüsüne uymakta, dört­lük birimini korumakta, uyak düzeni (AAAB) koşma dörtlüklerinin biçimine örnek olmaktadır. İlkçağ edebiyatlarının ortak niteliği sözün ezgi eşliğinde oluşu, müzikle şiirin birlikte sunuluşudur. Bazı toplumlarda bu özellik ortaçağ boyunca da korunacak; uygarlık buluşlarına geç ulaşan yerlerde daha da sürecektir.

Bugün yeniden yaşatmaya çalıştığı­mız ozan sözünün, bazı etkilerle anlam değiştirerek değerini yitirdiği, yerine âşık sözcüğünün gelişinden bellidir. Gerçekten 13. yüzyıldan başlayarak ta­savvuf tarikatları, tekkelerde toplanan kişileri aşk yoluyla eğitmek, nefsi öldü­rüp Tann yolunda gönül temizlemek is­terler. Dünyaya bağlı her şeyi küçümse­yen, Tanrı dışındaki bütün öğeleri Mâsivâ adıyla anıp onu bırakmayı salık veren tekke düzencesi, bu dünyanın ger­çeklerini, keyif ve zevklerini anlatan kişleri şair diyerek ayırmış, aşık sözcü­ğünü bu yolla yüceltmiştir. Böylece eski ozanlann halk diliyle, hece ölçüsüyle yarım uyaklarla, dörtlüklerle çalıp söyle­dikleri şiirlerin yerine sekizli ölçüyle söylenen ilâhi ve nefeslerle, hece ölçü

süne uyan aruz kalıplarının ortadan bö­lünebilir örnekleri geçecektir.

Böylece ozan sözcüğü aşağılanması olanaklı bir değersizliğe düşerken aşık sözü onun yerine geçmiş; 16. yüzyıldan sonra köy, oba, kasaba, kent çevrelerin­de belli bir mesleğin adamları olarak ye­tişip yaşayan halk sanatçıları bu adla anılmışlardır. Ezgi eşliğinde şiir söyle-dilkleri için çaldıkları sazın adıyla çöğür şairleri diye de bilinen bu gezgin söz sa­natçılarına, genel olarak saz şairi adı ve­rilir.

Tekke çevrelerinde yetişen tasavvuf şairleri gibi yeniçerilik yoluyla kendile­rini Bektaşi sayan saz şairleri de aşık adını bu yolla hak ederler. Köy, oba ve kasaba dolaylarında yetişip saz şairliği yoluna koşulan sanatçılar da, usta edin­dikleri büyüklerden saz ve söz eğitimini kazandıktan sonra ustalarının uygun gördüğü birer mahlası takınır, takma ad­larının başına aşık sıfatını ekler olmuş­lardır. Halk, kendisinden daha iyi konu­şan, hele şiir söyleyen, bunu doğaçtan yaparken hiçbir kitaba baş vurmayan ki­şilerde, sıradan insanları aşan bir yetene­ğin özünü görmüş; bunu yüceltmiş ve kutsamıştır. Halkımız yüzyıllarca saz şa­irlerini gerçek birer hak âşıkı saymış, on­lara hayranlık duymuş, onları beklemiş, ağırlamış, dinlemiş, emeklerinde de on­ları uygun inanışların menkıbeleriyle süsleyip yüceltmiştir. Saz şairleri, gittik­leri her yerde sanatlarının halk sevgisiy­le ödenen karşılığını bulmuş; eserlerini çok zaman dinleyicilerinin dikkatli bel­leklerine, meraklıların özel cönklerine emanet etmişlerdir. Ve ,gene böylece yüzyıllarca gizli kalmış, aşağılanmış, unutulması kesin gibi görünen eserler, bir toplumun ortak gücüyle saklanmış, esirgenmiş, yitirilmemiş olarak yeniden ortaya çıkmaktadır. Burada halkın, kendi sözcülerine karşı beslediği güven ve sev­ginin koruyuculuğu rol oynar. Saz şairle­ri iyi saz çalar ve dinletir, hikâyeler anla­tır ve belletirler. Belleklerinin korkunç yetisi, yazılı esere kapalı kalan işlenme­miş bir zihin gücünün desteğine dayanır. Günümüzün bir örneği iki gözü kör Âşık Veysel’in kişiliğinde, yüzyıllarca sürmüş bu geleneğin en yetkili temsilcilerinden birini görebiliriz.

Âşık Edebiyatı 16. yüzyıldan bu yana çeşitli temsilcile­rine rastlanan saz şairleri; bir yandan sözlü olarak şiir yaratıp söyleyen, bir yandan manzum-mensur halk hikâyeleri­nin anlatımında görev alan halk sanatçı­larıdır; onların sanatsal birikimine Âşık Edebiyatı denir. Yerine göre saz şairi, aşık, halk şairi, halk ozanı, diye adlandı­rılan bu aynı kişiler, Osmanlı İmparator­luğu topraklanyla Azerbaycan’da, Erme­ni azınlığı arasında, İran Azerbaycanı’ nda bugüne kadar yaşamış, ama Türkçe konuşulan bazı başka ülkelerde başka adlarla tanınmışlardır (Kazaklarda akın çırav, Kırgızlarda akın, Türkmenlerde bağşı…). Bugün sayıca kalabalık âşıklar daha çok Orta ve Doğu Anadolu’dan çık­maktadır.

Kentlere yaklaşan, eğitimden geçen, hükümet kapısında görev alan bazı tem­silciler, kısa sürede yüksek zümre edebi­yatına özenerek dil ve deyişlerini değiş­tirmişler; saz çalma geleneğini sürdürür­ken aruz ölçüsüyle gazeller, murabbalar yazmaya özenerek melez bir karakter ka­zanmışlardır. Aşık hem yaratıcı bir sa­natçı, hem de icracıdır: Düzdüğü şiiri, türküyü okur ama, gerek çağdaşı olan, gerek kendisinden önce yaşamış âşıklar­dan edindiği edebiyat kalıtını bir kuşak­tan öbür kuşağa ulaştırmak görevini de üzerine alır. Kahveler, düğünler, sırasın­da başka bir takım şenlikler gibi halkın toplu olarak bulunduğu yerlerde, durum­larda türkü okur, hikâye anlatır; yaptığı iş, gösterdiği ustalık da karşılığını görür.

Basılı yayın organlarıyla kitapların halka ulaşmadığı dönemlerde, müzikle birlikte şiir ve hikâye yayan âşıklar, bir­çok durumlarda bir besteci gibi görev yapar, müzikli olarak da eski eserleri ya­yar. Bu arada anonim folklor ürünlerinin de (türkü, destan, mani, ağıt …) okunu­şunda görev alabilir; bazıları okur yazar oldukları için eserlerini tespit etmişlerse de genellikle âşıkların deyişleri, meraklı dinleyicilerce özel defterlere (cönk) ka­rışık olarak yazılır, günümüzde de ora­lardan derlenir.

Âşıklar, içlerindeki söz yeteneği ne olursa olsun, en azından saz çalmayı öğ­renmek üzere bir çıraklık dönemi geçi­rirler. Usta edindiği bir saz şairinin ya­nında gezer, ona hizmet eder, eğitim görür, yararlanır, onun ezberindeki hazi­neyi kendi belleğine aktarır, ustasının doğaçtan söylediklerini zihnine zapte-der, şiir ve saz tekniğiyle beste yapma yollarını, “atışma” ve^’muamma” çözme hünerlerini öğrenir. Âşıklar, bir yandan yerel folklor ürünlerinin taşıyıcısı; bu­yandan gözlem sınırına giren olay ve durumların habercisi gibi görev de yük­lenirler. Kapalı bölgelerde sıkışıp kalmış toplumlara başka dünyalardan ışık ve ses getirirler. Tarikat ve zümre şairleri­nin konu dışı bırakırsak öteki âşıkları şu kümelerde toplamak doğrudur: Şehir âşıkları (Gevheri, Âşık Ömer…),; Köy şairleri (Ruhsati …); Göçebe şairleri (Dadaloğlu…); Asker şairleri (Aşık Ha­san…). Bu özetlenmiş bir ayrımdır; her kümenin özelliklerine eserlerinde rastla­dığımız kişiler olabildiği gibi, hiçbir kü­meye hapsedilemeycek büyük sanatçılar da vardır.

Bir söz sanatçısı olan âşıkların, do­ğaçtan ve hızlı yaratmanın yanlışlarını ortadan kaldırmayacakları bellidir. Ge­reksiz ekler katar, uyak için en kolay ak­la gelen yarım ses benzeşmeleriyle yeti­nirler. Eserlerinde anlamsız tekerle­meler, yararsız tekrarlar, doldurma dize­ler bol bulunur. Bu yüzden yazılı bir sa­natın müsveddelerine dayanmak olanağı bulunmadığı için, hemen her halk şiiri olabileceği en üstün duruma gelmeden, han\ve işlenmemiş olarak kalmıştır.

Âşıkların çoğu okuyup yazma bilme­yen kişilerdir; kulaktan eğitim görmüş, taklit ve özenti, sezgi ve yetenekle aruz­la bile şiir söylemişlerdir. Bir kısmı belli bir eğitim görmekle birlikte üst düzeye erişememiş, yüksek zümre sanatçılarının arasına katılmak için gerekli fırsatları bulamamışlardır. Çoğunlukla bağlı kalı nan hece ölçüsüdür; bunu hiçbiri kü-çümsememekle birlikte bir çeşni ve gös­teri gücü olarak aruzla da şiir yaratanlara son dönemde çok rastlanır. Hece ölçüsünün en çok kullanılmış ka­lıpları, halk beğenisini yansıtan ve ona uygun düşen 7’li, 8’li, 11 *li örnekleridir. Bunun dışındaki denemelere çok az rast­lanır.

Aşık Edebiyatı adı altında toplanan kişisel ürünler, anlatım yollarının kulla­nılışına göre, önce iki türe ayrılabilir: Şi­ir, Anlatı (tahkiye). Gerçekten halk hikâ­yeciliği işi de âşıkların tekelindedir. Hem hikâyenin konusunu yaratıp düzen­lemekte, hem araya konmuş manzum parçalan ezgisine göre okumak üzere belleğinde tutmakta, hem getirip ustalık­la sunmakta görev alan âşıklar; destan­lardan modern hikâye ve romana giden yolun üstündeki anlatı türlerinin sözlü taşıyıcısı, yayıcısı olurlar. Bazı âşıkların yaşamlarını eksen yapan hikâyeler (Âşık Kerem, Âşık Garip, Ercişli Emrah…) arasına o sanatçıların şiirleri bozulma­dan yerleştirilir; “musannif ise, sözlü metni istediği gerekli şiirlerle besleyebi­lir.

Bu yan manzum, yarı mensur halk hikâyelerinin dışında saz şairlerinin bü­tün yaratılan manzumdur. Saz sarileri, saz ezgisine, besteye eşlik eden “vezinli” söz söylemekten hiçbir zaman vazgeç­memişlerdir. Genellikle çabuk ve ortama uygun eklentilerle şiir söylemek zorunda kalan âşıklar, gerçi büsbütün hazırlıksız değillerdir. Ezberlerindeki binlerce şiir, sazlarından çıkarabilecekleri yüzlerce ezgi yeterli bir esin ve çağnşım kaynağı­dır. Yine de sözün hızına yetişmek kolay değildir. Onun için halk şiirlerindeki dörtlük biriminin yapısı yardıma yetişir. İlk iki satırın rastgele söylenip tekrarlan­ması bir sakınca sayılmaz. Bu arada sa­natçı, ortaya atmakta yarar gördüğü uyak ve redife uygun en güçlü dizeleri kurmak için vakit kazanmıştır. Bu yüz­den halk şiiri dörtlüklerinin ilk iki dizesi genellikle zayıf tekrarlar ve doldurma sözlerdir; asıl anlam, şiire bütünlük sağ­layacak redif birliği, yoğun nükte ve bu­luş özgünlüğü, dörtlüklerin son iki satı­rında görülür.

Eski Yunan’dan bu yana epik, lirik, pastoral, didaktik, dramatik, satirik gibi sıfatlarla nitelenen şiir türleri, saz şiirin­de özel adar almıştır. Ezgi ve nazım biçi­mine göre değil, yalnızca işlenen duygu ve düşünce konu edinilen durum ve olay açısından bu şiirler ayrılmak istenirse, şu özel adlan kullanma alışkanlığına başvu­rulabilir: Asıl konusu her zaman aşk ya da bu ruhsal tutkunun yan öğeleri olan koşmalar Güzelleme diye bilinir. Toplu­mu ilgilendiren etkili olayları konu edi­nen şiirler destan biçiminde ve uzunca söylenir; bazı destanlar yergi ve taşlama niteliğindeki mizahi ölçüde düzenlenir. Destanların yiğitlik, cesaret önemli bir başarıyı konu edinen çeşidi, Koçaklama diye anılır. Taşlama diye anılan yergi ve eleştiri şiirleri, toplumsal bir olayın ne­denlerini pek araştırmaz. Genellikle üs-tünkörü bir dikkatle işin saçmalığına do­kunup geçilir. Ya bir insancıl özelliğin yanlışlığı ya toplumdaki bir dengesizli­ğin gözlemiyle yerinilir. Vakitsiz ve bek­lenmez ölüm çok sevilen kişilerin yitiri-lişi karşısında yürekten duyulan acılar Ağıt adıyla anılan şiirlerin yaratılmasına vesile olur. Önceden hazırlanmış man­zum ve anlamca kapalı bir bilmeceyi yi­ne manzum ve açıklayıcı bir yorumla ce­vaplamak Muamma adını alır. Bunların dışında halk şairlerinin kendi aralarında­ki ustalık gösterilerinde ortaya attıkları “atışma”, “deyişme” şiirleri vardır. Konu özelliği olmayan bu gibi şiirlerde, aynı uyak ve ölçü kalıbına uyma koşuluyla; öncekine az çok cevap olan bir anlam tu­tarlılığı aranır.

Halk şiirlerini toplayan cönklerde çe­şitli biçim adlarına rastlanır: Koşma, se­mai, destan, türkü, türkmani, varsağı, mani.. Ama aralarında kesin ve uzlaş­maz ayrım yoktur. Asıl değişiklik, ezgi (beste) ve okunma edasıyla şiire katılan konu değerindedir.

Her zaman sekizli hece ölçüsünün 4/ 4 durağıyla söylenen semai ve varsağılar arasında kesin bir ayrım yoktur. Her za­man olduğu gibi konunun gerektirdiği eda ve şiire eşlik eden ezgi, adı belirler.

Divan Edebiyatı’na özenerek aruz öl­çüsüyle gazeller, müstezatlar, müsam­matlar yazma özenine kapılan kent âşık­larının bu ürünleri, kullandıkları kalıba göre adlandırılarak anılmıştır: selis, di­van, semai, kalenderi, ayaklı kalenderi.

Divan Şiiri’nden aktarılan Arapça-Farsça isim-sıfat tamlamalarına ne kadar imrenmiş olsalar da, saz şairlerinin he­men hepsinde herkesin bildiği sözcükler çoğunluktadır; fazla olarak-onlar kul­lanmamış olsalardı şimdi unutulacak olan- pek çok yerel söze deyime, cinas ve mecaz kalıplarına rastlarız.

16. yüzyılda ilk sözcülerini gördüğü­müz saz şairleri fetih ve savaş rüzgârı­nın havasında bulunan asker sanatçılar, ordu şairleridir. Çoğundan yalnızca birer ikişer örnek kalmış olan bu kişiler yeni eserlerinin bir gün bulunması umuduyla yalnızca anılabilirler.

Başlangıç ve kuruluş dönemlerinden sonra divan şiiri gibi halk şiirinin de asıl gelişimi 17. yüzyılda olur. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde adları anıldığı halde ürünleri henüz ele geçmemiş kişilerin yanı sıra bulunan cönklerde şiirlerine rastlanan bazı yeni adlar da vardır. Ne var ki bu yüzyıldan başlayarak saz şiiri-âşık edebiyatı, divan edebiyatının etkisi­ne girmeye başlayacaktır. Sınır boyların­dan kültür merkezlerine dönüş, iddialı ve güvenli sanatçıları, yerleşmiş kültür öğeleriyle eserler hazırlamaya zorlar. Söz gelimi Karacaoğlan’da rastladığımız doğa sevgisi, göçebe yaşamından sahne­ler, yaylarla, dağlar, pınarlar, obalar bu yüzyılın öteki şairlerinde hiç göze çarp­maz. Bu yüzden 18. yüzyılda sayıları pek artan, esnaf oldukları oranda yete­neklerini zayıflıkla kullanan âşıklardan güçlü izler kalmamıştır.

19.  yüzyıl; sesleri, sözleri, etkileri daha yaygın saz şairleri yaratmıştır; Em­rah, Ruhsati, Seyrani, Dertli, Bayburtlu Zihni, Dadaloğlu, Aşık Şenlik, Sümma-ni, Huzuri ve pek çok “kalem şurası”.

20.  yüzyıl ise saz şiiri geleneğini an­cak kültür merkezlerine uzak, kapanık bölgelerde yerel özellikleriyle korumuş; çağdaş teknik, iletişim araçlarıyla yayıl­masını sağlamıştır. Bu yüzden hem bir eğlence öğesi olarak kullanılır, hem ge­çim sağlar, hem toplum değeri olarak saygınlığını korur, hem kolayca yılma olanağı bulur. Eserleri basım yoluyla ya­yıldığı gibi plak olarak da çoğaltılır: Radyo-TV ve çeşitli toplantılar, konser­lerle kalabalık dinleyicilerini bulur.

Önceki MakaleNazar Değdiği Gerçekten Anlaşılır Mı? Nazar Duası
Sonraki MakaleKızamıkçık ve Kuduz Aşısı Nedir Nasıl Uygulanır Yan Etkileri Nelerdir

Sizin Düşünceniz Nedir?

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz