AŞIK, kökü sevgi anlamında Arapça ışk, aşk’âan özne: Güzel ve çekici bir konuya bağlanan kişi. Türk Halk Edebiyatında saz çalarak doğaçtan (irticalen) şiir söyleyen, halk hikâyeleri anlatan sanatçı. Orta Asya dünyasında sağır denilen av törenleri, şölen adı verilen ziyafetler, yuğ diye anılan yas ve cenaze toplantılarında ozan denilen söz sanatçıları kopuz çalarak şiirler söylemiş, toplumun istek ve özlemlerine tercüman olmuşlardır. Koşuk, yır, sagu diye anılan bu şiirler hece ölçüsüne uymakta, dörtlük birimini korumakta, uyak düzeni (AAAB) koşma dörtlüklerinin biçimine örnek olmaktadır. İlkçağ edebiyatlarının ortak niteliği sözün ezgi eşliğinde oluşu, müzikle şiirin birlikte sunuluşudur. Bazı toplumlarda bu özellik ortaçağ boyunca da korunacak; uygarlık buluşlarına geç ulaşan yerlerde daha da sürecektir.
Bugün yeniden yaşatmaya çalıştığımız ozan sözünün, bazı etkilerle anlam değiştirerek değerini yitirdiği, yerine âşık sözcüğünün gelişinden bellidir. Gerçekten 13. yüzyıldan başlayarak tasavvuf tarikatları, tekkelerde toplanan kişileri aşk yoluyla eğitmek, nefsi öldürüp Tann yolunda gönül temizlemek isterler. Dünyaya bağlı her şeyi küçümseyen, Tanrı dışındaki bütün öğeleri Mâsivâ adıyla anıp onu bırakmayı salık veren tekke düzencesi, bu dünyanın gerçeklerini, keyif ve zevklerini anlatan kişleri şair diyerek ayırmış, aşık sözcüğünü bu yolla yüceltmiştir. Böylece eski ozanlann halk diliyle, hece ölçüsüyle yarım uyaklarla, dörtlüklerle çalıp söyledikleri şiirlerin yerine sekizli ölçüyle söylenen ilâhi ve nefeslerle, hece ölçü
süne uyan aruz kalıplarının ortadan bölünebilir örnekleri geçecektir.
Böylece ozan sözcüğü aşağılanması olanaklı bir değersizliğe düşerken aşık sözü onun yerine geçmiş; 16. yüzyıldan sonra köy, oba, kasaba, kent çevrelerinde belli bir mesleğin adamları olarak yetişip yaşayan halk sanatçıları bu adla anılmışlardır. Ezgi eşliğinde şiir söyle-dilkleri için çaldıkları sazın adıyla çöğür şairleri diye de bilinen bu gezgin söz sanatçılarına, genel olarak saz şairi adı verilir.
Tekke çevrelerinde yetişen tasavvuf şairleri gibi yeniçerilik yoluyla kendilerini Bektaşi sayan saz şairleri de aşık adını bu yolla hak ederler. Köy, oba ve kasaba dolaylarında yetişip saz şairliği yoluna koşulan sanatçılar da, usta edindikleri büyüklerden saz ve söz eğitimini kazandıktan sonra ustalarının uygun gördüğü birer mahlası takınır, takma adlarının başına aşık sıfatını ekler olmuşlardır. Halk, kendisinden daha iyi konuşan, hele şiir söyleyen, bunu doğaçtan yaparken hiçbir kitaba baş vurmayan kişilerde, sıradan insanları aşan bir yeteneğin özünü görmüş; bunu yüceltmiş ve kutsamıştır. Halkımız yüzyıllarca saz şairlerini gerçek birer hak âşıkı saymış, onlara hayranlık duymuş, onları beklemiş, ağırlamış, dinlemiş, emeklerinde de onları uygun inanışların menkıbeleriyle süsleyip yüceltmiştir. Saz şairleri, gittikleri her yerde sanatlarının halk sevgisiyle ödenen karşılığını bulmuş; eserlerini çok zaman dinleyicilerinin dikkatli belleklerine, meraklıların özel cönklerine emanet etmişlerdir. Ve ,gene böylece yüzyıllarca gizli kalmış, aşağılanmış, unutulması kesin gibi görünen eserler, bir toplumun ortak gücüyle saklanmış, esirgenmiş, yitirilmemiş olarak yeniden ortaya çıkmaktadır. Burada halkın, kendi sözcülerine karşı beslediği güven ve sevginin koruyuculuğu rol oynar. Saz şairleri iyi saz çalar ve dinletir, hikâyeler anlatır ve belletirler. Belleklerinin korkunç yetisi, yazılı esere kapalı kalan işlenmemiş bir zihin gücünün desteğine dayanır. Günümüzün bir örneği iki gözü kör Âşık Veysel’in kişiliğinde, yüzyıllarca sürmüş bu geleneğin en yetkili temsilcilerinden birini görebiliriz.
Âşık Edebiyatı 16. yüzyıldan bu yana çeşitli temsilcilerine rastlanan saz şairleri; bir yandan sözlü olarak şiir yaratıp söyleyen, bir yandan manzum-mensur halk hikâyelerinin anlatımında görev alan halk sanatçılarıdır; onların sanatsal birikimine Âşık Edebiyatı denir. Yerine göre saz şairi, aşık, halk şairi, halk ozanı, diye adlandırılan bu aynı kişiler, Osmanlı İmparatorluğu topraklanyla Azerbaycan’da, Ermeni azınlığı arasında, İran Azerbaycanı’ nda bugüne kadar yaşamış, ama Türkçe konuşulan bazı başka ülkelerde başka adlarla tanınmışlardır (Kazaklarda akın çırav, Kırgızlarda akın, Türkmenlerde bağşı…). Bugün sayıca kalabalık âşıklar daha çok Orta ve Doğu Anadolu’dan çıkmaktadır.
Kentlere yaklaşan, eğitimden geçen, hükümet kapısında görev alan bazı temsilciler, kısa sürede yüksek zümre edebiyatına özenerek dil ve deyişlerini değiştirmişler; saz çalma geleneğini sürdürürken aruz ölçüsüyle gazeller, murabbalar yazmaya özenerek melez bir karakter kazanmışlardır. Aşık hem yaratıcı bir sanatçı, hem de icracıdır: Düzdüğü şiiri, türküyü okur ama, gerek çağdaşı olan, gerek kendisinden önce yaşamış âşıklardan edindiği edebiyat kalıtını bir kuşaktan öbür kuşağa ulaştırmak görevini de üzerine alır. Kahveler, düğünler, sırasında başka bir takım şenlikler gibi halkın toplu olarak bulunduğu yerlerde, durumlarda türkü okur, hikâye anlatır; yaptığı iş, gösterdiği ustalık da karşılığını görür.
Basılı yayın organlarıyla kitapların halka ulaşmadığı dönemlerde, müzikle birlikte şiir ve hikâye yayan âşıklar, birçok durumlarda bir besteci gibi görev yapar, müzikli olarak da eski eserleri yayar. Bu arada anonim folklor ürünlerinin de (türkü, destan, mani, ağıt …) okunuşunda görev alabilir; bazıları okur yazar oldukları için eserlerini tespit etmişlerse de genellikle âşıkların deyişleri, meraklı dinleyicilerce özel defterlere (cönk) karışık olarak yazılır, günümüzde de oralardan derlenir.
Âşıklar, içlerindeki söz yeteneği ne olursa olsun, en azından saz çalmayı öğrenmek üzere bir çıraklık dönemi geçirirler. Usta edindiği bir saz şairinin yanında gezer, ona hizmet eder, eğitim görür, yararlanır, onun ezberindeki hazineyi kendi belleğine aktarır, ustasının doğaçtan söylediklerini zihnine zapte-der, şiir ve saz tekniğiyle beste yapma yollarını, “atışma” ve^’muamma” çözme hünerlerini öğrenir. Âşıklar, bir yandan yerel folklor ürünlerinin taşıyıcısı; buyandan gözlem sınırına giren olay ve durumların habercisi gibi görev de yüklenirler. Kapalı bölgelerde sıkışıp kalmış toplumlara başka dünyalardan ışık ve ses getirirler. Tarikat ve zümre şairlerinin konu dışı bırakırsak öteki âşıkları şu kümelerde toplamak doğrudur: Şehir âşıkları (Gevheri, Âşık Ömer…),; Köy şairleri (Ruhsati …); Göçebe şairleri (Dadaloğlu…); Asker şairleri (Aşık Hasan…). Bu özetlenmiş bir ayrımdır; her kümenin özelliklerine eserlerinde rastladığımız kişiler olabildiği gibi, hiçbir kümeye hapsedilemeycek büyük sanatçılar da vardır.
Bir söz sanatçısı olan âşıkların, doğaçtan ve hızlı yaratmanın yanlışlarını ortadan kaldırmayacakları bellidir. Gereksiz ekler katar, uyak için en kolay akla gelen yarım ses benzeşmeleriyle yetinirler. Eserlerinde anlamsız tekerlemeler, yararsız tekrarlar, doldurma dizeler bol bulunur. Bu yüzden yazılı bir sanatın müsveddelerine dayanmak olanağı bulunmadığı için, hemen her halk şiiri olabileceği en üstün duruma gelmeden, han\ve işlenmemiş olarak kalmıştır.
Âşıkların çoğu okuyup yazma bilmeyen kişilerdir; kulaktan eğitim görmüş, taklit ve özenti, sezgi ve yetenekle aruzla bile şiir söylemişlerdir. Bir kısmı belli bir eğitim görmekle birlikte üst düzeye erişememiş, yüksek zümre sanatçılarının arasına katılmak için gerekli fırsatları bulamamışlardır. Çoğunlukla bağlı kalı nan hece ölçüsüdür; bunu hiçbiri kü-çümsememekle birlikte bir çeşni ve gösteri gücü olarak aruzla da şiir yaratanlara son dönemde çok rastlanır. Hece ölçüsünün en çok kullanılmış kalıpları, halk beğenisini yansıtan ve ona uygun düşen 7’li, 8’li, 11 *li örnekleridir. Bunun dışındaki denemelere çok az rastlanır.
Aşık Edebiyatı adı altında toplanan kişisel ürünler, anlatım yollarının kullanılışına göre, önce iki türe ayrılabilir: Şiir, Anlatı (tahkiye). Gerçekten halk hikâyeciliği işi de âşıkların tekelindedir. Hem hikâyenin konusunu yaratıp düzenlemekte, hem araya konmuş manzum parçalan ezgisine göre okumak üzere belleğinde tutmakta, hem getirip ustalıkla sunmakta görev alan âşıklar; destanlardan modern hikâye ve romana giden yolun üstündeki anlatı türlerinin sözlü taşıyıcısı, yayıcısı olurlar. Bazı âşıkların yaşamlarını eksen yapan hikâyeler (Âşık Kerem, Âşık Garip, Ercişli Emrah…) arasına o sanatçıların şiirleri bozulmadan yerleştirilir; “musannif ise, sözlü metni istediği gerekli şiirlerle besleyebilir.
Bu yan manzum, yarı mensur halk hikâyelerinin dışında saz şairlerinin bütün yaratılan manzumdur. Saz sarileri, saz ezgisine, besteye eşlik eden “vezinli” söz söylemekten hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Genellikle çabuk ve ortama uygun eklentilerle şiir söylemek zorunda kalan âşıklar, gerçi büsbütün hazırlıksız değillerdir. Ezberlerindeki binlerce şiir, sazlarından çıkarabilecekleri yüzlerce ezgi yeterli bir esin ve çağnşım kaynağıdır. Yine de sözün hızına yetişmek kolay değildir. Onun için halk şiirlerindeki dörtlük biriminin yapısı yardıma yetişir. İlk iki satırın rastgele söylenip tekrarlanması bir sakınca sayılmaz. Bu arada sanatçı, ortaya atmakta yarar gördüğü uyak ve redife uygun en güçlü dizeleri kurmak için vakit kazanmıştır. Bu yüzden halk şiiri dörtlüklerinin ilk iki dizesi genellikle zayıf tekrarlar ve doldurma sözlerdir; asıl anlam, şiire bütünlük sağlayacak redif birliği, yoğun nükte ve buluş özgünlüğü, dörtlüklerin son iki satırında görülür.
Eski Yunan’dan bu yana epik, lirik, pastoral, didaktik, dramatik, satirik gibi sıfatlarla nitelenen şiir türleri, saz şiirinde özel adar almıştır. Ezgi ve nazım biçimine göre değil, yalnızca işlenen duygu ve düşünce konu edinilen durum ve olay açısından bu şiirler ayrılmak istenirse, şu özel adlan kullanma alışkanlığına başvurulabilir: Asıl konusu her zaman aşk ya da bu ruhsal tutkunun yan öğeleri olan koşmalar Güzelleme diye bilinir. Toplumu ilgilendiren etkili olayları konu edinen şiirler destan biçiminde ve uzunca söylenir; bazı destanlar yergi ve taşlama niteliğindeki mizahi ölçüde düzenlenir. Destanların yiğitlik, cesaret önemli bir başarıyı konu edinen çeşidi, Koçaklama diye anılır. Taşlama diye anılan yergi ve eleştiri şiirleri, toplumsal bir olayın nedenlerini pek araştırmaz. Genellikle üs-tünkörü bir dikkatle işin saçmalığına dokunup geçilir. Ya bir insancıl özelliğin yanlışlığı ya toplumdaki bir dengesizliğin gözlemiyle yerinilir. Vakitsiz ve beklenmez ölüm çok sevilen kişilerin yitiri-lişi karşısında yürekten duyulan acılar Ağıt adıyla anılan şiirlerin yaratılmasına vesile olur. Önceden hazırlanmış manzum ve anlamca kapalı bir bilmeceyi yine manzum ve açıklayıcı bir yorumla cevaplamak Muamma adını alır. Bunların dışında halk şairlerinin kendi aralarındaki ustalık gösterilerinde ortaya attıkları “atışma”, “deyişme” şiirleri vardır. Konu özelliği olmayan bu gibi şiirlerde, aynı uyak ve ölçü kalıbına uyma koşuluyla; öncekine az çok cevap olan bir anlam tutarlılığı aranır.
Halk şiirlerini toplayan cönklerde çeşitli biçim adlarına rastlanır: Koşma, semai, destan, türkü, türkmani, varsağı, mani.. Ama aralarında kesin ve uzlaşmaz ayrım yoktur. Asıl değişiklik, ezgi (beste) ve okunma edasıyla şiire katılan konu değerindedir.
Her zaman sekizli hece ölçüsünün 4/ 4 durağıyla söylenen semai ve varsağılar arasında kesin bir ayrım yoktur. Her zaman olduğu gibi konunun gerektirdiği eda ve şiire eşlik eden ezgi, adı belirler.
Divan Edebiyatı’na özenerek aruz ölçüsüyle gazeller, müstezatlar, müsammatlar yazma özenine kapılan kent âşıklarının bu ürünleri, kullandıkları kalıba göre adlandırılarak anılmıştır: selis, divan, semai, kalenderi, ayaklı kalenderi.
Divan Şiiri’nden aktarılan Arapça-Farsça isim-sıfat tamlamalarına ne kadar imrenmiş olsalar da, saz şairlerinin hemen hepsinde herkesin bildiği sözcükler çoğunluktadır; fazla olarak-onlar kullanmamış olsalardı şimdi unutulacak olan- pek çok yerel söze deyime, cinas ve mecaz kalıplarına rastlarız.
16. yüzyılda ilk sözcülerini gördüğümüz saz şairleri fetih ve savaş rüzgârının havasında bulunan asker sanatçılar, ordu şairleridir. Çoğundan yalnızca birer ikişer örnek kalmış olan bu kişiler yeni eserlerinin bir gün bulunması umuduyla yalnızca anılabilirler.
Başlangıç ve kuruluş dönemlerinden sonra divan şiiri gibi halk şiirinin de asıl gelişimi 17. yüzyılda olur. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde adları anıldığı halde ürünleri henüz ele geçmemiş kişilerin yanı sıra bulunan cönklerde şiirlerine rastlanan bazı yeni adlar da vardır. Ne var ki bu yüzyıldan başlayarak saz şiiri-âşık edebiyatı, divan edebiyatının etkisine girmeye başlayacaktır. Sınır boylarından kültür merkezlerine dönüş, iddialı ve güvenli sanatçıları, yerleşmiş kültür öğeleriyle eserler hazırlamaya zorlar. Söz gelimi Karacaoğlan’da rastladığımız doğa sevgisi, göçebe yaşamından sahneler, yaylarla, dağlar, pınarlar, obalar bu yüzyılın öteki şairlerinde hiç göze çarpmaz. Bu yüzden 18. yüzyılda sayıları pek artan, esnaf oldukları oranda yeteneklerini zayıflıkla kullanan âşıklardan güçlü izler kalmamıştır.
19. yüzyıl; sesleri, sözleri, etkileri daha yaygın saz şairleri yaratmıştır; Emrah, Ruhsati, Seyrani, Dertli, Bayburtlu Zihni, Dadaloğlu, Aşık Şenlik, Sümma-ni, Huzuri ve pek çok “kalem şurası”.
20. yüzyıl ise saz şiiri geleneğini ancak kültür merkezlerine uzak, kapanık bölgelerde yerel özellikleriyle korumuş; çağdaş teknik, iletişim araçlarıyla yayılmasını sağlamıştır. Bu yüzden hem bir eğlence öğesi olarak kullanılır, hem geçim sağlar, hem toplum değeri olarak saygınlığını korur, hem kolayca yılma olanağı bulur. Eserleri basım yoluyla yayıldığı gibi plak olarak da çoğaltılır: Radyo-TV ve çeşitli toplantılar, konserlerle kalabalık dinleyicilerini bulur.