Osmanlı Öncesi Orta Asya’da Bilim

0
113

İslam dininin kabulünden önce, Orta Asya’da yasayan Türklerin hayatında sağlık ve tıp konulan inanç sistemlerinin içinde bir yere sahipti.

Tüm eski topluluklarda olduğu gibi, eski Türklerde de tıp anlayışı büyüsel uygulamalardan başlayıp türlü deneylere kadar uzanıyordu.

Tedavi yöntemlerinin başında büyüsel tedaviler uygulayan, “kam” ya da “baksı” denen şamanlar gelmekteydi. İkincisi ise “Otacı”, “emçi” ya da “atasagun” adı verilen ilaç ve daha başka maddelerle tedavi eden hekimlerdi. Kam kelimesi, “kahin”, “tabip”, “filozof, “alim” anlamlarına gelmektedir. Eski Türkçe metinlerde “sihirbaz” ve “rahip” anlamlarında kullanıldığı da olmuştur.

Divan-ü Lugatit-Türk’te “Çeşitli hastalıkları tedavi etmek için tabibin yanında kam da yer alır. Tabip hastalığı ilaç (ot) ile tedavi eder. Kam ise hastayı kendi yöntemlerine göre daha çok ruhi yollarla, sihirle iyileştirmeye çalışır” şeklinde bir ifade bulunmaktadır. Kamın vazifesi batıldır, büyü ve sihir kullanarak hastalıkları iyileştirdiğini iddia etmektedir.

İslam’ın kabulünün ardından, Türkler için tüm dünya görüşleriyle birlikte tıp ve bilim anlayışı da tamamen değişmiştir. Yeni, aydınlık ve müreffeh bir dönem başlamıştır.

Yaşadığımız topraklar üzerinde, yaklaşık bin yıldan bu yana üç büyük Türk devleti kurulmuştur. Bunlar Selçuklu Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu ve bugün bir ferdi olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türklerin Anadolu’ya girişi, Malazgirt Savaşı’nın kazanılmasıyla, 1071 tarihiyle başlar. Türklerin Anadolu’da yerleşmeleriyle birlikte, çeşitli yerlerinde hanlar, hamamlar, köprüler, camiler ve medreseler kurulur. Anadolu’da hemen her alanda çok büyük bir kalkınma gerçekleşir.

Selçuklu döneminde benimsenen tıp anlayışı İslam tıbbının tüm özelliklerini taşımaktadır. Müslüman bilim adamları, Peygamberimiz’in “ilim müminin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır” buyruğuna uyarak, yabancı bilim adamlarının eserlerinden de faydalanmış, etkin ve başarılı bir tıp anlayışı geliştirmişlerdir.

Hipokrat, Galen gibi hekimlerin eserlerinden de yararlanarak şekillenen İslami tıp anlayışı Anadolu Selçuklu döneminde de etkisini sürdürmüştür. Bu anlayışa göre insanı tanımak için evreni de tanımak gerekmektedir. Klasik tıp anlayışı içinde Selçuklu hekimleri 4 humor (hılt, suyuk) teorisine bağlı kalmışlardır. Bu dönemde Anadolu’da bulunan hekimler göz, ağız ve diş tedavisine önem vermişlerdir. Göz hastalıkları için “kehhal” adını taşıyan hekimler bulunmaktadır.

İç hastalıklarına ilişkin tedaviler daha çok ilaçla yapılırken, cerrahi nitelikteki müdahaleler kırık-çıkık, incinme, çıban, ur, yaraların tedavisi gibi müdahaleler şeklindedir.
Osmanlılarda bilimin çok hızlı gelişmesinin en önemli etkenlerinin başında, Osmanlı öncesi Anadolu topraklarındaki durum gelmektedir.

Osmanlı Devleti kurulduğu zaman, Anadolu’daki Selçuklu kültür ortamının doğrudan doğruya varisi olmuş ve mevcut medreseler, darüşşifalar ve diğer kurumların sürekliliğini sağlamıştır. Darüşşifalar, bugünkü hastanelere karşılık gelen hizmet kurumlarıdır. Buralarda halka tedavi edici sağlık hizmeti sunulmaktadır.

Darüşşifalarm tedavi edici hekimlik hizmetlerinin yanı sıra tıp eğitimi veren kurumlar da oldukları söylenir. Bu kurumlardaki eğitim usta-çırak ilişkisi şeklindeki bir eğitimdir. Burada eğitim görenler “hocasından “icazet” (diploma, mesleki belge) almaktadırlar.

Nitekim ilerleyen bölümlerinde hayatlarını inceleyeceğimiz büyük İslam alimleri de genelde bu kurumlarda eğitim görmüş, önemli alimlerden el almışlardır. Bu dönemde Anadolu’da çok sayıda kaplıca, hamam, sosyal yardım kuruluşu gibi tesisler de bulunmaktadır.

Ayrıca kervansaraylarda da sağlık hizmeti verildiği bilinmektedir. Dönemi için hayli gelişmiş olan bu sağlık hizmeti anlayışının ardında, çok bilinçli bir politika bulunmaktadır.

Devletin yönlendirmesi neticesinde özellikle de ticaret yolları üzerinde bir çok sağlık tesisi hizmete sokulmuştur. Halkın ihtiyaçlarına çok büyük önem verilmiş, İslam ahlakının getirdiği yardımlaşma, şefkat ve merhamet anlayışı içinde hareket edilmiştir.

Anadolu’daki darüşşifalar bilgi ve beceriye sahibi hekim ve sağlık kadrosuna sahip olmuşlardır. Halk, hastalık durumlarında bu hekimlere güvenerek rahatça başvurabilmektedir. Darüşşifalarda din, dil, ırk farkı gözetilmeden her hastanın tıbbi bakım ve tedavisi yapılmıştır. Hastaların ilaçları da buralarda yapılmakta ve parasız olarak hastalara dağıtılmaktadır.
Yönetimi vakıfların denetiminde olan darüşşifalar, Müslüman Türklerin ilim ve hizmet anlayışının dikkat çekici göstergelerinden biridir. Selçuklu döneminde Anadolu’da inşa edilmiş olan darüşşifalardan yalnızca Sivas’takinin vakfiyesi günümüze kalmıştır.

Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah, Nizamülmülk, Sancar olmak üzere Selçuklu devlet adamları bilginlere, sanatkarlara büyük saygı göstermişler, eğitimin yayılmasına çalışmışlardır.

İlk Selçuklu medreseleri 1040 yıllarında Nişabur’da Tuğrul Bey tarafından kurulmuştur, Melikşah döneminde 1067’de Bağdat’ta Nizamiye Medreseleri adıyla önemli medreseler açılmış, bu adı taşıyan başkalarının da kurulduğu görülmüştür.

Bağdat Nizamiye Medreseleri’nin kurulmasında Nizamülmülk’ün çabalan esas rolü oynamıştır. Nizamülmülk’ün bilim tarihimizde çok önemli bir yeri vardır. Selçukluların hizmetinde çalışan ve ölümüne kadar Alparslan ile Melikşah’a otuz yıla yakın süre vezirlik yapan bu büyük bilim sever devlet adamınm Siyasetname isimli eseri Türk-Islam tarihi açısından da çok önemlidir.
Nizamülmülk, Nizamiye Medresesi’nin kurulmasını, İslam akidesini Ehl-i Sünnet anlayışı üzerine kurup sağlamlaştımak ve özellikle de o dönemde yayılma eğilimi gösteren Batmiliğin ve Ismaliliğin önüne geçebilmek için özellikle istemiştir. Akabinde de devletinin önemli yerleşim merkezlerinde aynı medresenin birer şubesini açmıştır.

Bu medreselerde eğitim sistemi devletin resmi politikaları esas alınarak düzenlenmektedir,  Bağdat, Musul, Basra, Nişapur, Belh, Herat, İsfahan, Mery, Amil, Rey, Tus gibi kentlerde de şubeleri olan Nizamiye Medreselerinde şu dersler okutulmaktaydı:
Din ve hukuk dersleri (Kur’an okuma, tefsir, hadis, Ulah, kelâm)
Din ve edebiyat dersleri (Arap edebiyatı, Fars edebiyatı, nahiv, sarf, hitabet, şiir, cerh ve tadil, tarih, edeb)
Felsefe dersleri (Felsefe ve mantık)
Müsbet bilim dersleri (Tıp, cerralıi, riyaziye, hesap, hendese, mü-sellasat, nücum, heyet, tabiiyat)
Ancak Nizamiye Medreselerinde müsbet bilimler çok büyük bir ağırlık kazanmamıştır. Tıp öğrenimi daha ziyade darüf* Şifalarda ve bu amaçla darüşşifalara bitişik olarak afian ihtisas medreselerinde yapılıyordu.
Anadolu Selçukluları tarafından kurulan bu medresenin yanlarında cami, kütüphane ve de birer külliye bulunurdu.

Bunların çoğu birer sanat ve minare eseri olarak kabul edilmektedir. Konya’daki Sırçalı, Karatay ve İnce Minareleli medreseleri, Kayseri’de Hunad Hatun, Hacı Kılıç, Çifte Medrese ve Sahibiye medreseleri, Sivas’taki Gök, Buruciye, Çifte Minareli medreseleri, Divriği’deki Fatma Turan Melik Darüşşifası; Kızıltepe’deki Harzem; Mardin’deki Şehidiye; Diyarbakır’daki Mesudiye ve Zinciriye; Urfa’daki Ulu Cami; Antalya’daki Ulu cami ve karatay, Kırşehir’deki Cacabey; Sinop’daki Süleyman Pervane; Tokat’taki Darülhadis ve Darüşşifa, Erzurum’daki çifte minareli ve Yakutiye medreseleri bu mimari eserlerin bazılarıdır.

Nizamiye Medreseleri’ndeki eğitim düzeni ve yapılanması, Anadolu Selçuklularına, oradan da Osmanoğulları’na aynen devredilmiştir. Osmanlılarla birlikte ilim dünyası çok zenginleşmiş, ülkenin dört bir yanı zengin kütüphanelerle donatılmış, ilim adamları Osmanlı topraklarına getirilip, onlara geniş çalışma imkanları sağlanmıştır. İstanbul’dan önce, İznik, Bursa ve Edirne gibi büyük Osmanlı başkentleri seçkin bilim adamlarının yerleştiği, çok büyük ilim merkezleri haline gelmiştir.

 

Önceki MakaleMantarların hayatımızdaki önemi
Sonraki MakaleAtatürkün hayatı, Atatürk ne zaman doğdu

Sizin Düşünceniz Nedir?

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz