Sivil toplum kavramı 18. yüzyıla kadar devlet ile özdeş sayılan yurttaşlar ve bu topluluğun siyasal toplumla (devletle) arasındaki ilişkilerin hukuk ilkelerine göre düzenlenmesi anlaında kullanılmıştır.
Ancak 18. yy’da sivil toplum kavramı etrafında yaşanan gelişmeler sonucunda anlam olarak bir kırılma yaşamıştır.
Bu kırılma sonucunda sivil toplum siyasal toplum ayrımının başlamasına, hatta devlet ile karşıt bir anlam taşımasına yol açmıştır.
*Sivil Toplum Kuruluşları ile ilgili olarak ilk bahseden kişi Aristo’dur.
Özellikle 1750’lerden itibaren sivilleşmeye dair görüşler daha fazla dillendirmeye ve sivil özgürlük türü sivil köklü ifadeler daha sık kullanılmaya başlanmıştır.
Bu süreçte özellikle iktisadi liberalizme paralel olarak siyasi liberalizmin gelişmesi, sivil toplumun bugün yaygın olarak kullanılan anlamın düşmesine katkı sağlamıştır.
18. yy sonrası ise sivil toplum kavramı devlet kavramıyla ilişkilendirilmiştir. Bu dönemde artık sivil toplum devletin bireye müdahale etmediği bağımsız ekonomik faaliyetlerin pazar sürecinde yaşandığını ve kişinin kendi çıkarlarını gerçekleştirebildiği bir halklar ve özgürlük alanı olarak ifade etmiştir.
Bu bağlamda liberal düşüncenin önde gelen ismi A. Smith, sivil topluma “devlet dışında ve kendisini kendi dernekleri çerçevesinde üretebilecek bir alan olarak” tanımlamıştır.
Serbest rekabet ilkesine uygun olan bu anlayış devlet sivil toplum karşıtlığının da oluşmasına neden olmuştur.
Sivil toplum kavramının siyasi toplumdan ayrımlaşmasında A. Smith gibi Locke ve Hobbes gibi liberal düşünürlerin de önemli katkıları olmuştur.
Bu düşünüş süreç içinde kavram, kimi zaman eşanlamlı sayılmış kimi zaman ise olumlu olumsuz değer atfedilerek kullanılmıştır.
Ancak sivil toplum ile devlet arasındaki ayrımı net şekilde ortaya koyarak sivil toplumun felsefi temellerini ortaya koyarak ifade eden “Hegel” olmuştur.
Hegel sivil toplumu aile ve devletten ayırarak, aile ile devlet arasında yer alan siyasal toplumun karşıtı, olarak devlete bağımlu olmayan farklı birey grup, kurum ve kuruluşların bir mozaiği olarak ifade etmektedir.
Ona göre sivil toplum ferdin özel kazanç mutluluk ve statüsünün korunması gibi yaşam kesitlerinin toplu olarak yansımış biçimidir.
Ancak çıkarlar sistemini düzenleyen tarafsız bir güce ihtiyaç vardır bu da “devlet” dir.
Bu nedenle Hegel’e göre STK başlı başına bir amaç değildir temel amaç devlettir. Bu nedenle sivil toplum, yasal ve siyasal kurumlarla donanarak devlete dönüşmelidir.
Marks ve Gramsci’nin de sivil toplumla ilgili söz konusu kırılmanın belirginleşmesinde önemli katkıları olmuştur. Marks’a göre sivil toplum üretici güçlerin belli aşamasında ortaya çıkan 18. yy Avrupasında burjuvazi ile gelişen alt yapısal bir alandır ve burjuvazi lehine üst yapı oluşturur.
Gramsci ise, Marks’ın aksine sivil toplumu alt yapısal bir alan değil üst yapısal bir kurum olarak ele alır.
O, sivil toplumun özel kesimin tümünü içerdiğini yani bireylerin ihtiyaçlarını, aileyi hukuku dernekleri kapsamakla kalmayıp düşünce, din, felsefe ve ahlakı da kapsadığı, açıklamaktadır.
Sonuç olarak sivil toplum, topluluk karşısında bireyin kamu karşısında özelin esas alındığı ve siyasal gücün egemenliğinden uzaklaşıldığı kadarıyla belirginleşen toplumsal sistemin adı olarak kabul edilmektedir.
Bu fikri temelle birlikte; 1960 sonrasında ortaya çıkan sosyal gruplar ve yaptıkları faaliyetler, sivil topluma farklı bir eksen teşkil ettiler.
Bu bağlamda “eşitlik” “farklılık” ve “otonomi” söylentileri ile sivil toplumun yeniden şekillenmesine katkıda bulundular.
Buradaki eşitlik, herkesin sınıf, etnik köken , dini gibi kategorilere bakılmaksızın eşit olmasını içerir.
Yani eşitlik farklı sosyal kategorileri görmezlikten gelme ve herkesi aynı görme eğilimi getirir.
Örn. kadının farklılığı heterojen bir sivil toplum gelişimine katkıda bulunur. Ancak bu bir çelişkidir.