Topkapı Sarayı inliyordu…
Acıların en zorlusuna çarpılmış, sevgili padişahını kaybetmişti. Rusların, işgal ettikleri yerlerde Müslüman halka yaptıkları zulmü duyan padişah I. Abdülhamid, bu acıya dayanamayarak ölmüştü. Hasbahçe’de baharın müjdesini veren kuşlar suskundu. Ama devlet işleri beklemezdi. Saltanat nöbeti kime geldiyse tahta geçmeli, devlet gemisi yeni kaptanının emrinde yü-rümeliydi. Ve nöbet Şehzade Selim’indi, Darüssaâde Ağası İdris Ağa, hıçkırığını tuta tuta sarayın harem kısmına geçti. Şehzade Selim’in oturduğu daireye gitti. Müsaade aldıktan sonra içeri girdi. Şehzade Selim ayakta, pencere kenarındaydı. Güneşin ilk ışıklarını seyrediyordu. Namazını kılmış, henüz kılığını değiştirmemişti. Başında püsküllü bir takke, sırtında uzun, beyaz bir gecelik vardı. Sabah sabah Darüssaâde Ağasını karşısında görünce durakladı:
“Hayırdır Ağa,” dedi.
Darüssaâde Ağası, acılarla sevinçlerin ürperdiği noktada dize gelip, devlet gemisinin yeni kaptanını hürmetle selâmladıktan sonra, gözleri yerde, konuşmaya başladı:
“Hayırda daim olun Padişahım. Saltanat nöbeti size geldi. Amcanız Hakkın rahmetine kavuştu. Buyurunuz, evvelâ cennetmekân amcanızın mübarek nâşını (ölüsünü )ziyaret ediniz, sonra da Hırka-i Şerif dairesine gideriz, dev-letlüler sizi bekler.”
Yeni padişahın gözlerinde yaşlar parladı:
“Ne inanılmaz şey, demek padişah-ı âlem vefat etti, halife-i ruy-i zemin öldü, ne inanılmaz şey.”
“Cenab-ı Mevlâ sizin ömrünüzü uzun etsin Padişahım. Bundan sonra beklemek caiz değildir. Buyurunuz.”
Sultan Selim, alelacele giyindi. Bitkindi. Adımlarını sürüyerek yürüyordu. Amcasının ölümüne çok üzüldüğü ve bu yüzden padişahlığına bile sevine-mediği her halinden belli oluyordu. İd-ris Ağa koluna girdi. Birlikte Çaşırlık Kasrına gittiler. Eski padişahın cenazesi yere uzatılmış, üstü âyetler yazılı yeşil bir örtüyle örtülmüştü.
Sultan III. Selim, amcasının nâşını yerde görünce kapı ağzında durakladı. Kimbilir, ne yakıcı düşünceler kafasını allak bullak etti. Kimbilir, belki de insanların yücelttiği kişilerin bile ölmesine ve herhangi biri gibi yerlere uzanmasına şaşmıştı.
Idris Ağa cenazeye yaklaştı. Üstündeki örtünün baş kısmını kaldırdı. Sultan I. Abdülhamid’in hâlâ hasret dolu yüzünü yeni padişaha gösterdi. Yeni padişah ürperdi, sarsıldı. Acı yüklü gözlerini hemen kaçırdı.
“Sonunda ölüm olduktan sonra, padişahlık neye yarar?”
diye mırıldandı. îdris Ağa, Padişahın yüzündeki allak bullaklığı fark etmiş, mırıltısını da duymuştu. Görmüş, geçirmiş bir adamdı. Padişahlığı süresince yolunu aydınlatacak bazı tavsiyeler yapmanın sırası olduğunu düşündü.
“Ey Padişah-ı nevcihan! [Cihan Padişahı]” diye konuştu. “Şuracıkta ya-tan amcanız sizden evvel padişah idi. Ama akıbet vefat etti. Nazar-ı ibret [ibret gözüyle] ve basiretle bakın. Bu dünya fânidif> Baki ancak Hûda’dır [Allah]. Hakka tefviz-i umur [Allah’a havale] eyle. Allah’tan gece ve gündüz korku üzere bulun. Allah’ın kullarına merhamet et. Sayende bütün âlem hoş-hal olsun. Allah’tan meded iste ki selâmet bulasın. Şimdi buyurunuz efendim, kullar kudûmuna muntazırdırlar [gelişini beklerler], Hırka-i Şerife gidelim.”
Bu öğütleri, padişahlığına bakmadan can kulağıyla dinleyen Sultan III. Selim, kapıya yöneldi. Çıkmak üzereyken İdris Ağaya döndü:
“Koluma gir Ağa!”
İdris Ağa hemen Padişahın koluna girdi. “Bismillah” ile sağ ayağını kapıdan dışarı atan Padişah, tanımadığı birisiyle karşılaştı. Adam selâma durduktan sonra etek öptü.
“Sen kimsin?” diye sordu Padişah.
“Ben silâhtarimzim Padişahım, destur verirseniz diğer kolunuza ben gireyim.”
“Elbette, buyur.”
Böylece Sultan III. Selim, bir kolunda Darüssaâde Ağası, bir kolunda Silâhtar Ağa olduğu halde Hırka-i Şerife gitti. Peygamber Efendimizin kutsal emanetlerini ziyaret etti. Sakal-ı Şerifi—Peygamber Efendimizin sakalından kestiği kıllar; bugün o ve diğer mukaddes emanetler, İstanbul’da, Topkapı Sarayı Müzesinin hâlâ Hırka-i Şerif Dairesi adıyla anılan bölümündedir öptü. Bu ağır yükü kaldırabilmesi için Allah’tan kuvvet, Peygamber Efendimizden yardım diledi.
Taht Ak Ağalar kapısında kurulmuştu. Biat (Padişahlığını kabul ve tasdik merasimi) için herkes sıraya girmişti; Sadrazam seferde olduğu için Padişahı Sadaret Kaymakamı (Sadrazam Vekili) Salih Paşa ile Şeyhülislâm Kâmil Efendi karşıladı. Şeyhülislâm Kâmil Efendi önden biat etti ve duada bulundu. Bu sırada avluya birikmiş muhafızlar bir ağızdan bağırıyorlardı:
“Aleyke avnulla-h! Aleyke avnullah!”
Ve tekbir alıyorlardı:
‘ Allahü ekber, Allahü ekber!”
Vezirler biat ederken, toplar atılıyor, nöbet değişikliği önce İstanbul’a, sonra da bütün dünyaya ilân ediliyordu.
Yeni padişah, atalarının tahtına “‘Bismillahirrahmanirrahim” diyerek oturdu. Oturur oturmaz da, devlet büyüklerine ilk emirlerini verdi, ilk tavsiyelerini yaptı:
“Vezirlerim, paşalarım, beylerim! Sakın ki benden hiçbir hakikati gizlemeyiniz. Gerçekler ne kadar acı olursa olsun, hayal içinde olmaktan evlâdır. Rüşveti, suiistimali, vazifeyi ihmali, Kur’ân hükümlerine aykırılığı asla af-fetmem, bilesiniz ve böylece amel edesiniz, îmdi seferde bulunan Sadrazam Yusuf Paşaya (Koca) mührümüz gön-derilsin, onu makamında tutuyoruz”
‘Ferman Hünkârındır.”