Prens de Cobourg komutasındaki Avusturya ordusu Yerköy kalesini sarmıştı. Ramazan ayıydı. Kalede herkes oruç tutuyordu. Yiyecek boldu. Ama hayvanlar için ot bulunamıyordu. Otlaklar Avusturyalıların işgalinde bulunuyordu.
Bir gün cesur bir asker ot getireceğini söyleyerek öküz arabalarıyla kaleden çıktı. Avustralyalılara başvurup izin istedi.
“Sizin işiniz insanlarla. Hayvanları aç bırakmak mertliğe sığmaz. İzin veriniz, bir miktar ot yolup kaledeki zavallı hayvanlara götüreyim.”
Avusturyalı bir komutan izin verdi. Asker ot yolup arabaları yüklemeye başlayınca, bazı Avusturyalf askerler etrafını sardılar. Alay etmeye başladılar. Hattâ sövüp saydılar. Osmanlı askeri dişlerini gıcırdatmakla birlikte sabretti. Bir mesele çıksın istemiyordu. Ama Avusturyalıların niyeti mutlaka bir mesele çıkarmaktı.
Hakaretlerine karşılık alamayınca kudurdular. Askerimize saldırıp alçakça şehit ettiler. Kesik başını da Yerköy kalesinin önüne getirdiler, bir süngüye geçirip, “Hepinizin kellesini süngülerimize geçireceğiz, alçak Türkler!” diye bağırıp çağırmaya başladılar. Daha da ileri giderek Padişaha ve Peygamber Efendimize dil uzattılar. Kaledekilerin sabır teli koptu, sabırtaşı çatladı. Kale muhafızını zorladılar:
“Keferenin hakaretlerini daha fazla dinleyemeyiz, daha düne kadar padişahlarımızın ayaklarına kapananlar bugün aslan kesilir. Billahi küffara haddi bildirilmeden dağılmayız.”
Komutan da sabır taşını çatlatmıştı. Avusturyalılara unutamayacakları bir ders vermenin tam sıracıydı.
“Pekâlâ,” dedi, ‘herkes hazırlansın, Hûda aşkı için çengimiz [savaşımız] vardır. Peygamber Efendimize ve halife-i ruy-i zemine [padişaha] dil uzattırmazız.”
Dalgalar halinde kaleden çıkış başladı. Düşman böyle bir karşılık beklemiyordu. Din ve devlet aşkıyla tutuşan yürekler Avusturyalıların üstüne kor gibi düştü, düştüğü yeri yaktı, kavurdu. Kanlı bir boğuşma oldu. Avusturyalılardan beş bin asker öldü. Sonunda dayanamayacaklarını anlayıp selâmeti kaçmakta buldular. 50 toplarıyla erzakları kaledekilerin eline geçti (8 Haziran 1790).
Haber istanbul’a ulaştığı zaman büyük şenlikler yapıldı. Ama bu da uzun sürmeyecek, düşmanın önce Kil-ya’ya (30 Ekim 1790), ardından İsmail kalesine girmesiyle (22 Aralık 1790) gelen acı, zafer sevincini gölgeleyecekti.